Sanatın Kesişen Yolları: Çağla Karslıoğlu ve Emre Şener’in Yaratıcı Ortaklığı

Bir senaryo ritimle okunur mu? Peki ya bir melodi, bir sahneyi tamamlayabilir mi? Çağla Karslıoğlu ve Emre Şener için cevap kesinlikle evet. Lise yıllarında başlayan dostlukları, sanatın farklı disiplinlerinde gelişirken birbirini besleyen bir yaratıcı ortaklığa dönüştü. Çağla, yazdığı hikayeleri beyaz perdeye taşırken, Emre de müzikle bu dünyalara ruh katıyor. Şimdi, ikili Kadının Adı Yok kitabının kısa filmi uyarlaması için bir araya geliyor. Biri kelimelerle ve kamerayla, diğeri notalarla bu güçlü hikayeyi anlatıyor. Ancak bu sadece bir film değil, yıllardır süren sanat yolculuklarının yeni bir durağı. Birlikte üretmenin, ilhamın ve dostluğun gücüne tanıklık ediyoruz. Ve biz de onlarla bu yolculuğa çıkıyoruz.
Sinema ve müzik dünyasına girişiniz nasıl oldu?
Çağla Karslıoğlu: Ben hep annemin bana gösterdiği müzikallerle büyüdüm. O filmleri sanki bir performansa hazırlanıyormuş gibi izleyip odamın kapısını kitler, her karakteri kendim oynardım, odamda gizli küçük produksiyonlar yapardım. Oyunculuk olarak başlayan bu tutku kısa sürede sinema ve tiyatronun diğer köşelerine de yayıldı. İşin içine girdikçe ışıklar nasıl yapılıyor, o köstüm bu karaktere uymuş mu, dekor bu dünyaya nasıl bir katkı sağlıyor diye oyunculuğu çevreleyen departmanlara da ilgim arttı. Bu kadar ilgiyi aynı yerde nasıl toplayacağım diye düşünürken yönetmenliğin benim için en uygun rol olacağını anlamaya başladım. NYU Tisch’e yönetmen olarak girdim, yönetmen ve sanat yönetmeni olarak çıktım. Benim için sinema da tiyatro da görsel sanat formları ve bu nedenle New York’ta sanat ekiplerinde çalışmak benim için en doğru yol oldu.
Emre Şener: Mutlu şarkılarla dolu bir çocukluk hatırlıyorum. Müzik, ailemizde yaşama sevincinin ifadesiydi. Güneşin doğuşundan güzel bir yemeğe, kahkahalara, güzel dostluklara kadar hayata dair her güzel şey melodik bir şekilde dile getirilirdi. Bu yüzlerce uydurulmuş melodiyle büyürken, neşenin ve sevginin kendiliğinden şarkılarla ifade edilmesi adeta hücrelerime kazındı. İlk şarkımı 7 yaşında yazdım. Yalnızlık hakkındaydı. Büyüdükçe şarkılar enstrüman, koro, orkestra bestelerine dönüştü ve 7 yaşımdan beri müzik yazmayı hiç bırakmadım. Böylece müzik, hayatım boyunca evrilerek etrafımdaki dünyayı ve kendi iç dünyamı sorguladığım, anlamaya çalıştığım bir araç haline geldi.

Arkadaşlık ve iş ortaklığı aynı anda yürütmesi zor ilişkilerden biri. Nasıl tanıştınız ve birlikte çalışabileceğinizi ne zaman anladınız?
ÇK: Lisenin başında tanıştık. Aslında bizim okulda sanatçı olmak isteyen tek tük öğrencilerden biriydik. O yüzden birbirimize tutunduk aslında. Birlikte büyüdük ve yolun en başından beri birbirimizin ufkunu açtık. İlgi alanlarımızın biraz farklı olması bizi çok iyi bir ikili haline getirdi. Hala birbirimizden çok şey öğreniyoruz, ondan bir senaryoyu ritimle okumayı öğrendim mesela. Her zaman farklı iki sanat formunun birbirine nasıl karışacağını düşünür, yeni şeyler deneriz. Bu lisede arkadaşlarımızla dalga geçen şarkılar ve senaryolar yazarak başladı, hızlı bir şekilde kendini tiyatro performansları ve en son da bir sinema filmine dönüştürdü. Tabi hayallerimiz büyük… ilerisi için konuşulan çok ortak proje var. Dostluğumuzun bizi güçlendirdiğine inanıyorum ve birbirimize kızabilmenin, duygularımızı birbirimizle istediğimiz şekilde paylaşabilmenin böyle zor süreçleri dayanılır kıldığını düşünüyorum. Emre hep bana kendi sanatçı kimliğiyle ve güzel kalbiyle ilham veren bir insan ve bu yola ondan başka kimseyle çıkamazdım.
EŞ: Dostluğumuz Türkiye’de lise yıllarımızda tanıştığımız, ortak bir sanatsal anlayış ve hayata bakış açısı bulduğumuz ilk zamana dayanıyor. Başta her şeyi birlikte yapardık; müzik gruplarında sahne aldık (ben gitar çalardım, Çağla şarkı söylerdi), oyunlarda ve müzikallerde oynadık, birbirimize şiirler okuduk ve sürekli olarak birbirimizi sanatsal açıdan besledik.
Alanlarımızda uzmanlaştıkça bilgi ve tutkumuzu paylaşmaya devam ettik ve böylece her zaman birbirimizin mesleğine dair iyi bir anlayışa sahip olduk. Sanata yaklaşımımızın uyumlu olması, birlikte çalışmayı daha da keyifli hale getirdi. Yani anlayacağınız, Çağla’yla arkadaş olduğumuzdan beri iş ortağıyız, iş ortağı olduğumuzdan beri arkadaş. Onunla iş yapmak demek inandığım bir amaç uğruna çalışmak demek ve bu iş ne kadar zor olsa da her zaman keyifli ve tatmin edicidir.
İkiniz de yaratıcı süreçlerde oldukça başarılısınız. İlham almak için sık sık başvurduğunuz bir ritüeliniz ya da olmazsa olmaz dediğiniz bir rutininiz var mı?
EŞ: Tabii ki var, adı da “son dakikacılık.” Bakmayın, tembel olduğumdan değil, günümün büyük bir kısmını çalışarak geçiririm. Ama belki de hayatta en çok korktuğum şey, boş ve doldurulmayı bekleyen bir sayfa. O sayfayla yüzleşmeyi ertelemek için, bir beste yapmam gerektiğinde son ana kadar düşünürüm. Müziğimi günbegün kafamda tasarlarım, her detayını tekrar tekrar hayal ederim ama neredeyse hiçbir şey yazmam. Sonunda daha fazla erteleyemeyeceğim noktaya geldiğimde, teslim tarihinin baskısı boş sayfanın korkusunu çoktan geçmiş olur. İşte o zaman haftalar, bazen aylarca kafamda şekillenen besteyi hayata geçiririm.
ÇK: Ben aslında rutinlerden çok uzak bir insanım. Özellikle bir şey yazmaya her başladığımda kendime rutinler edinmeye çalışırım. Mesela Patti Smith her gün erken uyanıp güne başlamadan önce iki saat yazarmış. Smith idollerimden biridir ve bu rutini edinmeyi çok denedim. Sabah, akşam, iki günde bir… Sonradan kabul etmem gereken şeyin benim rutinlerle değil duyguyla hareket ettiğim ve bu şekilde yarattığım oldu. Bir hafta hiç senaryoya dokunmayıp sonraki üç günümü tamamen senaryoya adadığım çok olur. Aslında rutinim kendimi dinlemeye ve anlamaya dönüşüyor sanırım. Bunun dışında gücümü etrafımdaki insanlardan almayı seviyorum. Bir iş başlattıysam onu doğru kişilerle paylaşıp sürece bir ritim kazandırmak kendimi başladığım şeyden vazgeçirmemek için güzel bir yol aslında.

Sinema ve müzik dışındaki tutkularınız neler? Bir gün bu tutkuları da projelerinize dahil etmeyi düşünür müsünüz?
EŞ: Bir yerden bir yere gitmeyi hiç sevmem, ama ilginç bir şekilde amaçsızca yollarda olmak bana müthiş bir zevk verir. Bir bisiklet veya küçük bir motor alıp saatlerce dolaşırım, kaybolurum. Bu, aynı müzik gibi gündelik hayattan bir kaçış benim için. Bu hissiyatı bestelerimde işlemeyi düşünmeliyim. Teşekkürler sorun için!
ÇK: Benim bir diğer tutkum moda. Aslında moda sektöründe sanat yönetmenliği yaparak çalışıyorum fakat bu tutkumu sinemayla birleştirmek çok isterim. Modanın da ön planda olduğu, bir Baz Luhrmann filmi tadında, teatralliğin de bol olduğu (tiyatro da bir diğer tutkum) bir proje çekmek çok isterim. Ben çoğu zaman uzun el işi gerektiren projeler olduğunda moda belgeselleri izlerim, çok ilginç hikayeler ve karakterle dolu bir alan.
Birbirinizi üç kelimeyle tanımlasanız bu kelimeler ne olurdu?
EŞ: Çağla için üç kelimem: İçten - İradeli - Işıldayan
ÇK: Bu en zor soru… Emre için duygusal- hayalperest- adanmış derim.
Çağla, kadın hikayeleri anlatmayı özellikle mi tercih ediyorsun? Seni bu temalara yönlendiren özel bir deneyimin var mı?
ÇK: Hem özellikle tercih ediyorum hem de doğal olarak kadın merkezli hikayelere çekiliyorum diyebilirim. Her zaman kadın yazarlar okuyarak büyüdüm, kadın ressamlar ilgimi çekti, kadın yönetmenlerin anlattığı hikayelerde kendimi gördüm. Benim ailem ve etrafım özgür ve kendilerine düşkün kadınlarla dolu. Beni bu kadınlar büyüttü. Özellikle erkek egemen ve kadına baskı yapan bir toplumda özgürlüğüne düşkün olmayı öğretilmiş bir kadın olarak büyüdüğüm için hep sisteme karşı çıkma isteğiyle yaşadım.
Bir filmi unutulmaz kılan şey nedir sence? Hikaye mi, oyunculuk mu yoksa görüntü yönetmenliği mi?
ÇK: Umarım işin sonunda hepsi diyebileceğiz… Hikayeye zaten Duygu Asena’nın efsane eserinden uyarlama olduğu için çok güveniyoruz. Zamanında birçok kadına ve erkeğe hitap etmiş bir kitap. Bunun dışında adaptasyonda görsel sekanslar ekledik. Film her şeyden önce görsel bir sanat formu ve filmin bu gücünü sonuna kadar kullanacağız. Bu asi hikayeyi asi ve alışılmışın dışında, büyülü gerçekçi bir dille anlatacağız. Oyunculuk için de ben tiyatrodan gelme bir yönetmenim ve eğitimimde ilk öncelik her zaman oyunculuk ve oyuncuyla çalışmak olmuştur. Aklımızda birkaç isim var, bir festival filminin hakkını verecek oyuncularla çalışacağımıza güveniyorum. Şunu özgüvenle söyleyebilirim ki… AZ Celtics’le ortak prodüksiyona giriyoruz ve Zeynep Santiroğlu bizim için çok değerli bir yapımcı. Onların da desteğiyle en iyi ekibi kurabileceğimize ve A grubu festivallere yakışır bir film çekeceğimize eminiz.
Emre, bir sahneyi ilk izlediğinde kafanda oluşan melodiler nasıl şekilleniyor? Müziğin hikayeye nasıl hizmet etmesi gerektiğini düşünüyorsun?
EŞ: Görsel zekamın ne kadar kötü olduğunu bilseniz şaşarsınız, Çağla olmadan çaresizim! Gördüğüm bir şey nadiren kafamda müziğe bürünür, yani izlenimler aklımda görsel yer etmez. Müziğe soyut bakmayı, onu bağımsız şekillendirmeyi tercih ederim. Bu yüzden ilk film müziğimi Çağla olmadan yapmazdım. Bir buçuk yıldır Kadının Adı Yok’la, Duygu Asena’yla; filmin senaryosuyla ve Çağla ile feminizm, kadın hakkında konuşmalarımızla yatıp kalkıyorum. Filmin müziği hakkındaki düşüncelerim bu süreçte filmin kendisiyle özdeşleşti ve karakterlerin, olay örgüsünün içinde yaşadığı bir müzikal dünya oluşturdum. Umarım ki müziğim, film için etrafımızdaki hava kadar doğal ve esas olacak.
Film müziklerinde ilham aldığın besteciler var mı?
EŞ: Ryuichi Sakamoto. Yıllar boyunca birçok bestesiyle kendi hayalindeki ses dünyasını ustalıkla sinema ekranına işleyebilmiş biri. Onun müziğini ilk “Monster” filminde dinledim ve beni o sinema salonundan çıkartıp kimseyle paylaşmadığım, mahrem yerlere götürdü müziğiyle. Kendi müziğim ondan çok farklı ama güzel olan da bu - estetiğinden değil, bana uyandırdığı izlenimden ilham alıyorum ve bunun daha değerli olduğunu düşünüyorum.
Sinemada izlemekten en keyif aldığınız tür hangisi? Sizi etkileyen yönetmenler ve filmler neler?
ÇK: Birçok farklı tür film izlemekten keyif alıyorum. Benim için film formunu en deneysel kullanan yönetmenler her zaman çok ilham verici olmuştur. En temelden başlayacak olursak Godard gibi kural yıkıcı isimler ama daha modern isimler düşünecek olursak Gaspar Noe ve daha romantik ve teatral bir isim olan Baz Luhrman ve Coen Brothers’ı söyleyebilirim. Ancak deneysellik ve teatralliğin ön planda olmadığı daha sade ve diyalog bazlı filmleri de çok severim. Greta Gerwig ve Noah Baumbach böyle filmler için sevdiğim isimler.

“Kadının Adı Yok” gibi bir eseri uyarlamak büyük sorumluluk. Neden bu kitap, neden böyle bir proje ve neden tam da şimdi?
ÇK: Bu kitaba küçüklüğümden beri duygusal olarak hep çok bağlıydım. Bu nedenle bu eseri adapte etme sorumluluğunu üstüme almakta bir çekincem yok. Bu hikayeyi en samimi şekilde ekrana getireceğimize inanıyorum. Bu soruya aslında bir hafta önce çok farklı bir yanıtım olabilirdi fakat neden tam da şimdi denilince aslında bu hikaye her zamankinden çok daha önemli. Kitaptan şu paragrafı paylaşıyorum. Özellikle bugünlerde kendimize söylememiz gereken cümleler olduğunu düşünüyorum:
“Mutlu bir sabah, ne istediğimi biliyorum. Kendime inanıyorum. Kendimi seviyorum. Yaşayacağım, daha çok şey öğreneceğim, savaşacağım. Aykırı mı, peki, aykırı olacağım. Kendime ihanet etmeyeceğim, onlara uymayacağım, onlar kim, kim öğretmiş onlara bu kuralları, kim karar vermiş bizi etiketlemeye, kim bizi, onların altında yaşamaya mahkûm etmiş, onlar için, onların kuralları doğrultusunda, aşksa yaşamımın ilkesi, aşk için yaşayacağım, heyecansa yaşamımın çekirdeği, heyecansız kalmayacağım, ünse ünlü olacağım, işse, işimde en yüksek yere geleceğim, paraysa zengin olacağım, boyun eğmemekse, eğmeyeceğim, tümü birdense tümünü yapacağım, onlar kendi çıkarlarına uygun kalıplarına sokamayacaklar beni, kendi diledikleri etiketi yapıştıramayacaklar üzerime, onların koruması altına girmeyeceğim, benim onlardan hiçbir eksiğim yok, bunu onlara kanıtlayacağım, hiç kimsenin muavini olmayacağım ben. Güçlü olduğumu kanıtlamak için, üzerlerine durmadan solucanlar atmam gerekiyorsa, atacağım.”
EŞ: Kadının Adı Yok’un Türk feminist tarihindeki önemini, insanların kalbindeki yerini; kısa film projesi büyüdükçe, insanlarla paylaştıkça öğrendim. Toplumumuzda bir yapı taşı olması gereken bu kitabın etkisi maalesef bizim jenerasyonda kitabın çıktığı yıllara kıyasla aynı boyutta değil. Bunun hakkında şikayetçiyiz, ve bunu adım adım değiştirmek için elimizden geleni yapıyoruz, ama bu durumun pozitif bir yanı da olabilir. Ben Kadının Adı Yok’u ilk okuduğumda bir Türk klasiği, tarihi döküman okuyorum gibi değil de bana en yakın arkadaşımın içtenlik ve derin bir bağlantıyla önerdiği bir kitap olarak okudum, kitaptaki küçük kızda önce Çağla’yı, sonra etrafımdaki kadınları gördüm, ben de içtenlikle bağlandım. Ayrıca kendimi herhangi bir önyargı olmadan Duygu Asena’nın çocuksu ve çarpıcı diline bırakabildim ve kitapla belki de ‘klasiklerle’ kuramayacağım bir arkadaşlık kurdum. Kadının Adı Yok büyük bir sorumluluk, ve bu kitabın önemini ve değerini tam olarak hiçbir adaptasyon anlatamaz belki ama benim umudum bu muhteşem hikayeyi arkadaşça paylaşmak ve izleyicilerimizde samimi bir bağ oluşturmalarını teşvik etmek.
Kitabın hangi satırları sizi bu projeye sürükledi?
ÇK: Kitabın tatlı dili beni aslında bu projeye sürükledi. Bu kitap en cesur şeyleri en tatlı dille anlatıyor. Mesela kitap boyunca ana karakter hep ‘Görürsün.’ diyor. Hep bir meydan okuma var. Bunun dışında basit ama kadın olarak içimizden çok kez geçirdiğimiz cümlelerden biri: “Zorunda değilim, canım istiyor”. Ya da tatlı söylenmeler: “Özgürmüşüm, ben kendi kendimi özgür olarak ilan ettiğim için özgürüm.”. Bunun dışında sisteme karşı uzun paragraflar da var tabi… uyandırmaya yönelik:
Onlara bizi yargılama, suçlama, ezme, sömürme, işten atma, damgalama hakkını kim vermiş? Biz. Biz, kadınlar.Olabilir mi bu? Olabilir tabiî, olmuş bile.. Sen bile farkında değilsin, yaşam boyu karşına dikilip duranlar kimler? Sen bile, farkına varmadan savaşıyorsun. Bir düşün bakalım... Adamlar... Babalar, abiler, kocalar, sevgililer, müdürler, şefler, arkadaşlar... Ya hayır, olmaz diyorlar, ya sen delisin, kötüsün diyorlar, ya gel, gitme, beceremezsin diye seni etkilemeye çalışıyorlar, ya kötü kadın, bakire değil diye yargılıyorlar, damgalıyorlar. Ve biz... İşte biz, onlara bu izni veriyoruz.’’ Bu cesur ve son derece dürüst cümleler nedeniyle bu kitap her zaman en sevdiğim eser oldu. Bu dürüstlüğü ve samimiyeti de ekrana taşımak için elimizden geleni yapacağız.
1987’de yazılmış bir hikaye, bugünün izleyicisine nasıl dokunacak? Uyarlamada güncel toplumsal sorunlara dair yeni yorumlar eklediniz mi?
EŞ: Bu soruya yukarıda da kısmen yanıt verdim ama eklemek isterim ki Kadının Adı Yok’un değindiği toplumsal sorunların hepsi günümüzde eşit derecede, hatta fazlasıyla geçerli. Türkiye’de kadın hakları ve eşitliği konusunda atılması gereken o kadar çok adım var ki… Ama Kadının Adı Yok gibi bir kitap aynı 1987’de olduğu gibi çok doğru bir başlangıç noktası, çünkü bize toplumumuzun gerçeklerini hem üstünü kapatmadan, dürüstlükle; hem de sevgi ve anlayışla gösteriyor.
ÇK: Ben bu hikayenin dönemini özellikle güncellemedim. Bence farklı bir dönemden hikaye anlatıp o dönemdeki genç bir kadınla hala aynı hisleri paylaşıyor olmak şok edici bir his. Ayrıca kuşaklar arası travmayı anlamamız için de önemli bir deneyim. Bu filmi bugün izleyen genç bir kız 1960-70lerdeki genç bir kızın başkaldırısını çok daha cesur bulacaktır. O dönemde baş kaldırabilen bir genç kız varsa bu dönemde daha neler yapılabilir… Ayrıca annelerimiz, anneannelerimiz de bizlerle benzer hisleri yaşayarak büyüdüler. Onları anlayabilmek ve kuşaklar arası bir dayanışma hissi oluşturmak benim için çok önemli.
“Kadının Adı Yok” izleyiciye hangi duyguyu bırakmalı? İzledikten sonra ilk akıllarına gelen ne olmalı?
ÇK: Bu film, kitaptada da olduğu gibi, her şeyden önce bir başkaldırı. Duygu Asena benim için Türkiye’nin en tatlı asi kadını. Kendisi idolüm ve bu filmi de tatlı bir asilikle çekeceğiz. Filmi izleyenlerin de başkaldırma isteğinin uyanmasını, sistemi sorgulamasını, kadının özgürleşmeye bir adım daha yaklaşmasını, bu filmle bir cesaret bulmasını… gerekirse güçlü olduklarını kanıtlamak için solucanlar fırlatmalarını hayal ediyorum. Bu hissi verebilmek benim için en büyük değer olur.
EŞ: İzleyicimizin çok çeşitli olacağını umuyorum ve eminim ki herkesi derinden, fakat çok farklı şekillerde etkileyecektir. bir buçuk yılı aşkın bir süredir Kadının Adı Yok’la yatıp kalkıyorum ve hala her gün hayatımı başka şekillerde etkiliyor kitapta okuduklarım ve çıkarımlarım. Ama bu kitabın çok özel bir yanı var, o da oturup düşünüp felsefesini yapmanıza çok gerek yok. Kitaptaki olaylar, fikirler, duygular; hepsi gerçek. İzleyicimize bunları damarlarında hissettirmek isterim.

Bu kitaba özel nasıl bir sinematografi planladınız? Işık, renk paleti ya da kamera açıları konusunda belirgin tercihleriniz var mı?
ÇK: Tabi ki dönemi yansıtan ve aslında kontröllü bir renk paleti düşünüyorum. Her şeyden önce canlı ve eğlenceli bir görsel dünya yaratmamız gerekiyor. Filmde birkaç büyük görsel sekans var. Bir tanesi ana karakterin asi bir edayla İstanbul sokaklarında koştuğu bir montaj. Bu kısım aslında İstanbul’a olan aşk mektubumuz olacak. Uluslararası bir festival süreci planladığımız için İstanbul’umuzu göstermek benim için çok önemli. Fakat bunlardan ötede asıl solucan simgesine geri dönmek istiyorum. Filmin başında ana karakter çocukluğunda onu rahatsız eden oğlan çocuklarının üstüne solucan fırlatmaya karar veriyor. Bu hareketin ona güç vereceği kararına varıyor ve bu cesur davranış onun baş kaldırı serüveninin başlangıcı oluyor. Filmin sonunda kız artık bir yetişkin olsa da çocukluk evine geri dönüyor ve ilk karede onunla tanıştığımız pozisyonda film bitiyor. Filmde ilk ve son kare aynı… kızın dedikleri de aynı… fakat dediklerinin anlamı tamamen değişmiş. Karşımızda artık olgunlaşmış, gerçeklerle yüzleşmiş, özgür bir kadın var. Değişmeyen tek şey bu kadının başkaldırı gücü… ve solucanlar :)
Kitabın atmosferini müzikle nasıl yansıtmayı planlıyorsunuz?
EŞ: Kitap 60’lar sonu Türkiye’de geçiyor. Bu dönemin hepimizde uyandırdığı güçlü bir hissiyat var, ben de müziğimle bunu yakalamak istiyorum. Bu dönemi araştırdıkça ve bu hissiyatın derinine indikçe dönemin şarkıları, ses referansları olmadan bu hissiyatı yakalayamayacağımı anladım ve çağdaş klasik müzik yapan bir besteci olarak hiç tahmin etmeyeceğim bir işe giriştim: dönemi andıran bir beste yapmak ve bu besteyi karakterlerin iç dünyasına ışık tutan kendi deneysel ses dünyamla birleştirmek. Filmin müziklerini dinlerken önce sizi önce 60’lar Türkiyesinde götüreceğim ve bu tanıdığınız dünya siz farkında olmadan bir anda genç bir kızın kadın karşıtlıklarıyla yüzleştiği ve etrafında yaşananlara anlam vermeye çalıştığı korkutucu ve çalkantılı iç dünyasına dönüşecek.

Yaratıcı süreçlerde anlaşamadığınızda, işleri nasıl çözüyorsunuz?
EŞ: Çağla’yla hep ortak yanlarımızdan bahsettik, biraz da farklılıklarımızdan bahsedelim. Çağla’nın sanata hep toplumsal bir yaklaşımı olmuştur, kendisi için aciliyeti olan konuları süzer, onları anlatmak için en kilit yöntemleri arar ve sanatıyla bir çözüm veya farkındalık elde etmeye çalışır. Benim ise sanata daha soyut bir bakış açım, daha bireysel bir yaratma sürecim var. Dış dünyayı gözlemledikten sonra beste yapmak için kendi içime kapanırım, müziğimle izlenimlerime anlam vermeye, onları yorumlamaya çalışırım. Bu farklı bakış açıları nedeniyle bazen tamamen zıt fikirlerimiz bile olabiliyor ama bunları hep sonuna kadar münazara ederiz ve birbirimizi anlamaya çalışırız. İki yaratıcı insanın bu kadar yakın olup birbirini bu kadar sevmesi, yaratıcı süreci paylaşabilmesi çok nadir ve değerli bir şey, bu zaten çoğu fikirde hemfikir olduğumuzdan kaynaklı. Şahsen anlaşamadığımızda benim hoşuma gidiyor, hep yeni bir bakış açısı edinerek kalkıyorum masadan.
ÇK: Emre çok güzel anlattı. Ben de aynı duyguları paylaşıyorum. Emre’yle olan bir asırlık dostluğum anlaşmazlıkları önemsiz kılıyor aslında. Bu bana çok güven veriyor. Birbirimizle istediğimiz gibi konuşup filtresizce birbirimize karşı çıkabiliyoruz. Bu lüks hayatta, işte ve yaratıcı süreçlerde çok nadir bulunan bir değer.
New York vs. İstanbul: Yaratıcı olmak için hangi şehir daha ilham verici ve neden?
ÇK: Benim için ikisinin de duygusu çok farklı. New York sanatın ve birlikte yaratmanın merkezi. Buradaki tiyatro ve film kültürü bambaşka ve sektör çok büyük. Burada birlikte çalışma şansı bulduğum birçok sanatçı benim için çok ilham verici. İnsan sanatın ve sanatçının etrafında daha da çok yaratıyor tabi ki. Fakat İstanbul’un duygusu bambaşka… İstanbul sonuçta büyüdüğüm yer, kültürüm, ailem, yurdum. Bu yüzden ilk filmimi İstanbul’da gerçek bir İstanbul hikayesiyle yapmak istedim. İstanbul aynı zamanda en direnişçi, en asi, en korkusuz ve en güzel insana sahip. Bu zor günlere umutla, dayanışmayla, ilhamla devam ediyoruz. İstanbul bize sanatçı olarak korkmamayı ve en önemlisi susmamayı öğretti. Sanatçıyız ve baş belasıyız. Bu yüzden her şeye rağmen yine de İstanbul.
EŞ: Karşılaştırması en zor iki şehir belki de… Ben sadece 8 aydır New York’tayım ama izlenimlerimi paylaşayım: New York’ta herkes ayrı bir telden çalıyor ve herkes çok iddialı. Çılgınlık ve mükemmeliyetçiliğin birleştiği bir yer ve bunun bir parçası olmak çok heyecan verici. New York’ta bu denli kısa bir sürede yaşadıklarımın yoğunluğundan dolayı bazen kendimi dışardan izliyor gibi hissediyorum. Durmak yok, what’s next? bir oraya bir buraya…
İstanbul’da ise zaman farklı işliyor, etrafı kapatıp kendime odaklanabiliyorum. Beste yaparken elim daha yavaş ilerliyor, kalemi daha sıkı tutuyorum, bir yere bakıp uzun uzun dalabiliyorum. Bundan önce de dört sene Londra’da yaşadım, o da apayrı bir deneyimdi. Bestecilik hakkında bildiğim her şeyi orada öğrendim, şimdi New York’ta ise öğrendiklerimi unutmayı öğreniyorum.

Sabah mı yoksa akşam mı daha yaratıcı hissediyorsunuz?
ÇK: Ben sabahları yaratıcı hissetmeyi çok denedim. Sanki daha disiplinli insanlar sabahları çalışıyor gibi geliyordu bana hep. Ancak her zaman geceleri yaratıcı oldum. Hatta hep yazdığım günce veya denemelere tarih ve saat atarım. Yıllardır değişmeyen şey hep o geç saat… herhalde duygularımla geceleri daha bağlantılı hissediyorum.
EŞ: Benim için hep değişiyor, şu sıralar gece 3’e 4’e kadar çalışıyorum çünkü o yalnızlığı ve sessizliği seviyorum. Ama İstanbul’a 10 günlük seyahatimizde çok kötü jetlag oldum, sabah 7 iş başındayım ve akşam 10’a kadar uyanık kalabilirsem ne mutlu!
Müzikli mi yoksa müziksiz mi çalışırsınız? Eğer müzikle, o an size en çok eşlik eden sanatçılar kimler olurdu?
EŞ: Birkaç yıl önce etrafta her türlü ses varken beste yapabilirdim, ama şu sıralar çalışırken o kadar sessizlik arayışındayım ki buzdolabını bile camdan aşağı atasım geliyor. Ne değişti hiçbir fikrim yok!
ÇK: Ben hep müzikle çalışırım. Genelde yavaş ve romantik, beni daha duygusal hissettiren şarkılar dinlerim. Lana Del Rey, Fiona Apple, Amy Winehouse, Lou Reed, The Marias gibi sanatçılar en çok dinlediklerimden.