Cosmo Kapak Kızı: Farah Zeynep Abdullah

Onunla bir röportaj yapmaya değil, bir karşılaşmaya gittiğimi en baştan biliyorum. İçeride beni filtresiz biri bekliyor. Kimseye eyvallahı olmayan, “böyle konuşulmaz” denilen her şeyi konuşabilen biri. En sevdiğim kadın tipi: müdanasız. İçinden geçeni sansürlemeden söyleyen, bazen öfkeyle, çoğu zaman zekayla ama her zaman kendi sesiyle konuşan bir kadın.
FARAH ZEYNEP ABDULLAH, son on yılın en dikkat çeken oyuncularından biri. Öyle Bir Geçer Zaman ki ile televizyon dünyasına adım attı, Kelebeğin Rüyası, Unutursam Fısılda ve Bir Küçük Eylül Meselesi ile sinemada yerini sağlamlaştırdı. Masumlar Apartmanı dizisinde geniş kitlelere ulaştı, Bergen’deki performansıyla hem gişe rekorları kırdı hem de oyunculuk gücünü tartışmasız şekilde ortaya koydu. Bihter olarak Aşk-ı Memnu mirasına cesur bir yorum getirerek yeni kuşağın hafızasında farklı bir yer edindi. Cesur seçimleri, sahiciliği ve duygusal derinliğiyle kendi kuşağının en etkili oyuncularından biri haline geldi.

Çekimde ona bir taç taktık. Çünkü o tacı taşıyor: kendi kurallarını koyarak yaşayan, kendi kararlarının arkasında duran bir kadın olarak. O ise, “BUGÜN GÜZEL BİR KAHVE YAPTIYSAN VE GURUR DUYUYORSAN, O SENİN TACINDIR” diyor... İşte o yüzden, bu röportaj onun kendi hayatına taktığı bir taç gibi okunabilir. Dikenli, parıltılı, tartışmalı, ama tamamen kendine ait.
Farah’la bu söyleşi, sadece cevaplardan değil, çatlaklardan, netlikten, öfkeden ve neşeden oluşuyor. Çünkü gerçek bir karakterin olduğu yerde, hiçbir şey pürüzsüz kalmaz.
İyi ki de kalmaz.
Çekimde sana bir taç taktık. Çünkü gözümde gücünü kendinden alan bir kadınsın. “Şunu konuşmayayım” demeyen, bedel ödemeyi göze alan, müdanasız... Kendinle gurur duyuyor musun?
Neysem o olmaya çalışıyorum, bundan utanmıyorum, pişman olmuyorum. Doğalın neyse o olmak bence en büyük rahatlık. Gücümüzü sadece kendimizden alabiliriz diye inanıyorum. Başka biri gibi olmaya çalışmak insanı içeriden kilitliyor, üzerinde durmuyor zaten, elbet doğası ortaya çıkıyor. Olduğu gibi görünmek, bazen başkaları tarafından insana olmayan yükler bindirse de, ben bu çabamı, nereye gidersem gideyim, kendi benliğimi yanımda gururla taşıyorum. Uzun vadede en rahatlatıcı yol olduğunu düşünüyorum. Taç, tatlış bir metafordu. Bugün güzel bir kahve yaptıysan ve bununla gurur duyuyorsan, o senin tacındır. Fazla kutsallık atfediliyor her şeye. “Sanatçı”, “kadın”, “anne”... Kim koyuyor bu kuralları bilmiyorum. Ama kendi kurallarımızı koyabileceğimiz bir çağdayız. Başkasına zarar vermediğim sürece istediğim gibi yaşayabilirim. Taç da bu yüzden anlamlıydı. Hepimiz zaten bir taç taşıyoruz.

ETEK: ZEKİ - LUCETTA
Ama bu duruşunun bedeli de oluyor. Eleştiriler, davalar... Ne kadar zorluyor?
Hayatımın merkezine koymuyorum. Mesleğimin getirilerinin bazılarının bunlar olduğunun farkındayım. Hakaret edenler, tehdit edenler seni bir JPEG’ten ibaret sanıyor. Bir şey yazılıyor, ben üç saniyede okuyup geçiyorum, benim hayatıma dahil olmuyor iyi-kötü o yazdıkları. Bazen, eğer neşeli modumdaysam cevap veriyorum. Hakaret edenlere video araması bile yapmışlığım var Instagram’dan, kimse açmıyor.
Kendi kurallarımızı koyabileceğimiz bir çağdayız. Çekimdeki taç bu yüzden anlamlı bir metafordu.
Yazarken çok kolay çünkü, yüzümü görünce ne hissedeceklerini merak ediyorum. E madem yazabiliyorsun, benim de canım isterse cevap verme hakkım oluyor ve arada bu hakkımı kullanmak kesinlikle çok eğlenceli oluyor. Üzerinde durulacak bir durum değil.
Hayat Bir Oyun.
Hep böyle cool muydun yoksa ilk zamanlarda etkileniyor muydun?
Etkilenmemek diye bir şey söz konusu olmuyor bence, iyi etkilenmek de var, kötü etkilenmek de. Pozitif eleştiriye de negatif eleştiriye de aynı mesafede duruyorum. Pozitifle yükselirsem negatifle de düşmek kolay olur çünkü, o yüzden hep bir mesafem oluyor. Babam hep derdi ki, “Bu bir oyun.” Hayat da bir oyun. Bugün en karanlık yerde olursun, yarın ışıklar üzerine gelir. Bugün rezil derler, yarın kral yaparlar. Ün, bir garnitür... Mesleğinin yanında gelen bir şey. Ama bu garnitürün tadı sana bağlı. Çok tatlı da olabilir, çok acı da.

Tadı senin için nasıl?
Ben kimsenin dediğine göre var olmuyorum. Ben zaten kendimle varım. Bugün siz gitseniz, bugün internet çökse ne kadar konuşulacağım ki? Eğer toplumsal bir fayda sağlayabiliyorsam... Ne mutlu bana. Yani çevrende yardım isteyen, duyulmak isteyen biri varsa, yapabildiğin kadar destek olmak önemli. Ama kendini harap etmeden. Çünkü o da ince bir çizgi. Her şeye koşamazsın. Sen biterken başkasına yardım edemezsin. O yüzden kendi neşeni de beslemen lazım. Ben de bunu unutmamaya çalışıyorum. Sosyal figür olmakla ilgilenmiyorum, mesleğimi yapıyorum ve gücüm yettiği kadar çevreme fayda sağlamaya çalışıyorum.
Yaş, ruhla alakalı değil hiç değişmedim.
Geçtiğimiz yıl senin için zor bir yıl mıydı?
Zor bir geçiş yılıydı. Aklımda çok fikir vardı; neyi yapacağım, neyi yapmayacağım diye... Onları keşfetmeye çalıştım. Ne istediğimi belli etmeye uğraştım. Sürekli bir ergenlik hali gibiydi. 35 yaşındaki Farah’a dışarıdan baksan... ya da içeriden... Nasıl anlatırsın kendini? Hiç değişmedim. 10 yaşında evde müzik açıp dans ediyordum, şimdi de aynı şeyi yapıyorum. Sadece sosyal olarak biraz daha uyumlanmayı öğrendim. Yaş aldıkça insan nasıl uyumlanacağını seçebiliyor. 16 yaşında başka, 20’de başka... Ama özüm aynı. 25, 35, 45, 55... Benim için çok fark etmiyor. Bazen 15 yaşında biriyle tanışıyorum, içimden “abi” demek geliyor. Yaş, ruhla alakalı değil.

Kadınlar üzerindeki yaş baskısına gelince...
Çok tutan bir baskı mekanizması... Geçenlerde bir yapımcı, “Farah, hiç yaşlanmıyorsun... 10 yıl önce de aynıydın” dedi. Bunu iltifat sandı. Ama değil. Dedim ki, “Hayır, daha iyiyim. İşte, erkekler gibi, yaş aldıkça güzelleşiyorum.” Kadınlara küçük görünmek iltifat gibi sunuluyor, ama büyük görünmek aşağılanma gibi. Çok saçma. Hiçbir zaman iltifat olarak kabul etmeyeceğim boş cümleler. Dış görünüşle ilgili herhangi fikir beyanı beni sıkıyor. Bazen iyi görünürüm, bazen kötü, hepimiz gibi. Kilo almışsın veya kilo vermişsin de öyle... Eee? Evet, kilo da değişir, yaş da değişir, hiç sevmediğim bomboş muhabbetler.
İlk senaryomu yazdım 'Günaydın Aşkım' yolda....
Şu anki Farah’tan memnun musun?
Memnunum. Biraz daha boş vaktim olsa keşke. Senaryomu bitirdim. insanlar zannediyor ki oyuncular dizide oynamadığında boş boş geziyorlar. Halbuki yazıyorum, izliyorum, müzikle uğraşıyorum, sürekli bir şeyin içindeyim. Dinlenmeye ekstra zaman ayırmam gerekiyor. Bu bazen sıkıntı oluyor, yorulduğumu hasta olmadan anlamıyorum. Ama artık şunu öğrendim: Neşeni kaybettirecek şeylerden uzak durman gerek. Zor öğrenilen bir şey, buna göre hareket etmeye çalışıyorum.
Beni tanımlayamadıklarında “deli” diyorlar. Erkek olsam “delikanlı” derlerdi.
Senaryo dedin!
Bir film yazdım. Adı “Günaydın Aşkım.” Gerçek bir gazete haberinden yola çıktık. Türkiye’de şiddet gören bir kadının, İstanbul Sözleşmesi kapsamında tanık koruma programı altında yüzü değiştiriliyor. İlk defa olmuş bu... Bu haberi okuduğumda dehşete düştüm. Liseden beri taşıdığım o “bir gazete kupüründen yola çıkıp hikaye kurma” fikri ilk kez beynimde canlandı. Tabii dava dosyasına falan hiç bakmadım, gizlilik kararı var zaten. Ama mesele bire bir hikayeyi anlatmak değil; mesele şu soruyu sormak: Yüzün değiştiğinde şiddetin izleri de yok olur mu?

Senaryonun psikolojisi ne?
Şiddet sadece bir an değil. Özellikle yüzü elinden alınmış, son çare olarak bu sunulmuş bir insan için, hayatını tamamen elinden almak demek şiddet. Adalet sisteminin koruyamadığı çok insandan birinin yaşamak zorunda kaldığı bu korkunç olay, bana çok şeyi sorgulattı, bunu yansıtmaya çalıştım.
Bu ilk senaryon mu?
Evet, ilk kez yazdım. Esen Ali Bilen senaryo danışmanım oldu, bana tam anlamıyla bir senaryo abiliği yaptı. Onun sayesinde, içimdekileri tam olarak kağıda dökebildim. Normalde konuşurken zorlandığım şeyler, yazarken takır takır aktı. Ve galiba ilk kez içimdekini dışarı çıkarabildiğimi gördüm. Beğenilmesi hâlâ garip geliyor. Bu benim için tamamen yeni bir başlangıç.

Kadını sen oynayacaksın değil mi?
Hem o kadının geçmişini, hem de yüzü değiştikten sonraki halini oynayacağım. Nerede, ne yapıyor, onu bile bilmiyoruz... Dediğim gibi, bir haberden yola çıktığım için tamamen kurgusal bir film olacak.
Bugün rezil derler, yarın kral yaparlar.
Hayatta neyi amaçlıyorsun?
Gerçekten bir işe yarayayım istiyorum. Yani içimden gelen en net şey bu. Eğer bir gücüm varsa, bunu, doğru hikayelerde yer yer oyuncu olarak, yer yer hikaye anlatıcısı olarak kullanmak istiyorum. Hayatta yapmayı seçtiğin mesleği en iyi şekilde yapmaya çabalamak bence çok önemli bir şey. Mesela ben animasyonlara bayılırım... Eğlence bir ihtiyaç. İnsanları iki saatliğine başka bir dünyaya götürebilmek, bir tür meditasyon sunmak. Herkesin beyni biraz dinlenmeyi hak ediyor. O yüzden amaç sadece toplumsal bir meseleyi anlatmak da değil. İşe yaramanın bin bir türlü yolu var. Eğlence de dahil, ne yapıyorsan onu iyi yapman bu yollardan biri. Gerçekten içinden gelerek, güzel niyetlerle... Ve benim baktığım yerden, o niyetin sadece para olmaması en sağlıklısı. Para kazanmak tabii ki önemli, ama eğer tek motivasyonun buysa, bana ruhundan çalıyormuşsun gibi hissettiriyor.

Peki, senin gibi bir karakter olmak bu sektörde işini zorlaştırıyor mu?
Bazen zorlaştırıyor. Beni tanımlayamadıklarında “deli” diyorlar. Erkek olsam “serseri”, “özgür ruhlu”, “delikanlı” derlerdi. Ama kadınsan deli oluyorsun. Kıyafetimle, tavrımla, duygularımla olduğum gibiyim. Ve bu “uyumsuzluk” olarak kodlanıyor. Ama ben ne yapmışım? Sadece kendi filmimin galasına o gün istediğim kıyafetle gelmişim. Kime ne? Beğenirsin beğenmezsin, zevk meselesi. Ama bu ‘böyle giyinemez’, ‘nasıl yapar’ gibi tepkiler... Kimin haddine?
Sektöre dair genel hissinn ne?
Şu an oyunculuk bir meslekten çok, bir etiket gibi. Diziler çok popüler, çok da güzel bir şey bu. Ama son zamanlarda sektör biraz 50 sene önce Yeşilçam’ın erotik dönemleri gibi bir his veriyor bana. Şimdi de bence gitgide yaygınlaşan “yumuşak porno” tutumunda bir yönelim var sektörde. Her şey Orta Doğu’ya satılabilecek kadar steril olsa yetiyor gibi görünüyor şu an. Barbie’ler, Ken’ler...
90 yaşında arkama baktığımda, yüzümde hafif bir gülümsemeyle şöyle diyebilirim: “Her anıyla güzeldi be.”
Bu da bir tür elbette, isteyen buna da ulaşabilmeli evet, ama sektör sadece bunun üstüne, furyalar üstüne kurulmamalı. Ben kesinlikle daha fazla çeşitlilik olması gerektiğini düşünüyorum.

Uzun süredir oyuncu olmak, ünlü olmanın kolay bir yolu gibi görülüyor.
Oyunculuktan ziyade, ün bir meslekmiş gibi algılanıyor. Nasıl ki 90’larda modeller ve şarkıcılar en popüler meslek gruplarıydı, şimdi en popüleri oyunculuk oldu. Dönem açısından sadece ünlü olma gayesindeki insanların ilk hedefi, evet, oyuncu olmak. Ne iyi ne kötü bir şey bu, sadece dönemin şartları ve insanların seçimleri. Beni endişelendiren şey, bu ‘ünlü olma’ tutkusuyla özellikle mesleki deneyimi olmayan insanlar, istismara açık hale gelebiliyor. Çok tedirgin edici olaylar duyuyoruz. Onun dışında erkek kadın ayrımsız, herkesi aynı estetik algısına, aynı kalıplara sokmaya çalışılabiliyor. Yönetmenler oyuncuya “şuranı yaptır, buranı şöyle yap” diyebiliyor. Saçma sapan dayatmalar var. Herkes yönetmene “hoca” diyor. Neden? Herkesin bir ismi var. Bu sistem hayalet gibi: Kariyeri biter korkusuyla çoğu insan krala “çıplak” diyemiyor. Herkes görüyor ama söyleyebilen henüz çok az. Ben de bu yüzden ‘çıkıntı’ oluyorum belki de. Gerçekten ne düşündüğümü söylemeye özen gösteriyorum. Evet, bu sektörle ilgili çok sorunum var. Ama hâlâ buradayım çünkü benim gibi insanlar da var, biliyorum. Tabii ki her şeyi biz düzeltemeyiz. Ama hep birlikte, sektörel gelişim adına merdivene bir basamak da biz koyabilmeliyiz.
Çocuk istiyorum. Bir süre daha baba arayacağım.
İlişkiler, çocuk ve erkekler... Ne düşünüyorsun bu konularda?
Çocuk çok istiyorum. Hatta 20 yaşımdan beri, gelecekteki çocuklarıma videolar çekiyorum. Hem sorumluluk hissiyle geliyor hem de çok içten, çok gerçek bir istek bu. Bence çok eğlenceli bir şey...
İşte mesele sadece çocuk değil, yanında bir baba figürü de geliyor...
Biliyor musun? Babam bu konuda benden bile daha radikal. Bana hep şunu dedi: “Kızım, evlenmek zorunda değilsin. Çocuk istiyorsan sperm bankasından da yapabilirsin. Nasıl istersen öyle yap. Biz her şeye okeyiz.” Ama ben birkaç sene daha o ‘baba’ arayışını sürdüreceğim gibi duruyor. Çünkü bir yanım hâlâ “tek başıma olmayayım” diyor.
Bu hayatta kendime bir yer açtım.
90 yaşındaki Farah, bugünkü hâlini nasıl hatırlayacak?
Hassas, çabalayan, pes etmeyen ve neşesine sahip çıkan, şeker bir kızdı diyeceğim sanırım. Yer yer abartı, yer yer kendimi fazla yormuş olduğumu da görürüm kesin. Ama kendi kafasına göre bir şeyler yapmaya çalışmış... Bazen becermiş, bazen tökezlemiş ama hiçbir zaman başkasının yolunu yürümemiş. Bugün dönüp baktığımda evet, bazı şeyler sağa sola çekilebilirdi, başka türlü yaşanabilirdi. Ama ben yine de yaşadığım, yaşamadığım her şeyle bugün olduğum benim. Kendime ait bir yer açtım bu hayatta. O yüzden 90 yaşında arkama baktığımda, yüzümde hafif bir gülümsemeyle şöyle diyebilirim: “Her anıyla güzeldi be.”

Farah'ın Kafası
1. Şu anki ruh halin...
Enerjik, dışadönük bir dönem!
2. En büyük aşırılığın ne?
Bir şeyi çok sevince aşırıya kaçarım. Örneğin simit dönemimdeysem sabah akşam yiyebilirim. Seversem aşırı izlerim, aşırı dinlerim. Sonra birden kendiliğinden geçer.
3. En şikayetçi olduğun özelliğin hangisi?
Çok unutabiliyorum, önemseyip önemsemememle de ilgisi yok, beynim bazı şeyleri siliyor. Aslında faydalı da bir özellik ama bazen çok gıcık oluyor.
4. Ne zaman yalan söylersin?
Pek gerek duymam. Ailemde küçüklüğümden beri her şey açık açık konuşuldu, böyle büyüdüm. Ama eksik söyleyebilirim; bazen gerektiği kadarını söylemek daha makul.
5. En büyük pişmanlığın?
Daha erken yaşta insanlara gerektiği kadar değer verebiliyor olmayı öğrenmeyi ve müdanasız olmayı isterdim.
6. Erkeklerde en beğendiğin şey nedir?
İçtenlik, gerçeklik, bir de kahkaha. Özgürce kahkaha atan kadına da erkeğe de bayılırım.
7. En çok nerede yaşamak isterdin?
Her yerde biraz yaşamak isterdim. Bir ay orada, bir ay başka yerde. Üniversitede de çift anadal yapmıştım, sıkılınca diğerine geçebileyim diye.

8. Senden en çok duyulan cümle?
Çok saçma! Negatif ve pozitif, her şeye 'Çok saçma' diyebilirim.
9. Nasıl ölmek istersin?
'Tak' diye... Acı hissetmeden... Kaç yaşında olduğumun bir önemi yok. Bugün de ölsem, 120 yaşında da ölsem, ölüm aynı şey
10. Hayat motton...
Motto bile bana kalıp gibi geliyor... Kalıpsız yaşamak!
Künye:
RÖPORTAJ: IŞIL CİNMEN
FOTOĞRAFLAR: MESUT YAZICI
KREATİF DİREKTÖR: ELİF ALIM
STYLING: ELİF KARCI