Sanatın Sınır Tanımayan Dili: Lal Batman

Disiplinlerarası üretimleriyle cesaretin, korkunun ve geçiciliğin katmanlarını irdeleyen Lal Batman, kendi evrenini kurarken ne kalıplara sığınıyor ne de sınır tanıyor
Fotoğraf: Yağmur Genç
Fotoğraf: Yağmur Genç

Video arttan heykele, dijital manipülasyondan tekstile uzanan üretim pratiğiyle Lal Batman, sadece eserlerinde değil, yaşamının her anında da bir geçiş halinde. Onun dünyasında atölyeler sabit değil, fikirler durağan değil, malzemeler birbirinden uzak değil. Batman, çocukluğundan bu yana içinden taşan yaratma dürtüsünü bugün evrensel bir anlatıya dönüştürüyor. Cesaretle korkunun, bellekle bedenin, mekanla kimliğin iç içe geçtiği bu katmanlı evrende sanat, onun için hem bir içgüdü, hem de bir varoluş biçimi. Biz de Lal Batman’la zamanın, mekanın ve sanatın ötesine uzanan bir yolculuğa çıkıyoruz.

Görsel sanatlarla ilişkin nasıl başladı? İlk seni etkileyen eser ya da sanatçı kimdi?

Kendimi bildim bileli, içsel dünyamı somutlaştırma arzusuyla yoğun bir yaratım sürecinin içindeyim. Farklı sesler renkler ve dokularla kurduğum bu kişisel evren, deneysel pratiklerle hayat buluyor. Çocukluk yıllarımdan itibaren, elime geçen her malzemeyle kendi hayal dünyamı inşa etmeye yönelik içgüdüsel bir eğilim geliştirdim. Bu süreç zamanla yalnızca bir ifade aracı değil, aynı zamanda varoluşsal bir pratik halini aldı. Sanatsal yolculuğumda derin izler bırakan Anselm Kiefer ve Anish Kapoor’un eserleri ise, mekan, madde arasındaki ilişkiyi sorgulayan yaklaşımlarıyla üretimime yön veren güçlü referanslar oldu.

IMG_8106.JPG

Görsel dünyan oldukça katmanlı ve iddialı. Bir tabloya hapsolacak olsan, hangi eserinin içinde yaşamayı seçerdin?

Hiçbir yere hapsolmayı göze alabileceğimi sanmıyorum. Ruhum, sınırlara ve sabitliklere dirençli; akışkan, yer değiştiren ve sürekli dönüşen bir yapıya sahip. Belki de hayattaki en büyük korkum, herhangi bir forma, mekana ya da çerçeveye sıkışmak… Bu yüzden, bir resime dahil olmak fikri dahi bana fazlasıyla dar ve kapalı geliyor. Sanat benim için bir özgürleşme alanıysa, orada kalıcı bir varlık göstermeyi değil, geçip giden bir iz bırakmayı tercih ederim. Ve dolayısıyla bende işlerimdeki bu katmanlı ve kalabalık dünyayı, kendimi aynalayarak ortaya koyabiliyorum.

Avrupa, Asya ve Güney Amerika’daki küratöryel projelerde yer aldın. Bu farklı kültürlerin sanatsal bakış açını nasıl etkilediğini düşünüyorsun?

Her kültürün sanata yaklaşımı, malzeme ile kurduğu ilişki, anlatı biçimi ve ritüelleri birbirinden çok farklı ama bir o kadar da evrensel bir dile göz kırpıyor. Bu deneyimler sayesinde, kendi bakış açımı çoğul bir algıya dönüştürebildim. Artık işlerime tek bir yerden değil, farklı kültürlerin belleğinden ve sezgisinden süzülen bir zeminle bakıyorum. Bu da üretimlerimi daha geçirgen, daha çok katmanlı ve daha insani bir düzleme taşıyor.

IMG_8105.JPG

Eserlerinde cesaret ve korkunun sınırlarını zorluyorsun. Seni en çok ne cesaretlendirir, ne korkutur?

Üretim sürecimde cesaretle korku çoğu zaman iç içe geçiyor; biri diğerini tetikliyor ya da dengeliyor. Beni en çok cesaretlendiren şey, bilinmeyene adım atmak ve orada kendi sesimi duyabilmek. Bir fikri ilk kez dile dökmek, bir malzemeye ilk kez dokunmak ya da daha önce hiç düşünmediğim bir bağlamda kendimi konumlandırmak… Tüm bunlar cesaretin beslendiği yerler. Ama aynı zamanda, bu belirsiz alanlar korkularımı da tetikliyor. En çok da durağanlık, tekrara düşmek ya da içsel dürtülerimi bastırmak korkutur beni. Kendi sınırlarıma hapsolmak, söyleyecek sözüm varken susmak, üretimin gerçekliğini yitirmesi… Belki de bu yüzden eserlerimde korku ve cesaret aynı anda görünür; çünkü ikisi de beni var eden dürtüler.

IMG_6740.JPG

Meksika’daki serginden sonra sıradaki durak neresi? Dünyanın neresinde bir solo sergi açmak seni gerçekten heyecanlandırır?

Önümde farklı destinasyonlar ve solo sergi projelerim var. Süreç içerisinde anons ediyor olacağız hepsi için ayrı ayrı heyecan duyuyorum. Ancak genel olarak bir sonraki durağın coğrafi bir lokasyondan ziyade, mekanın ruhuyla kuracağım ilişki üzerinden şekillenmesi fikri beni daha çok heyecanlandırıyor. Özellikle tarihi ya da güçlü bir mimari kimliği olan bir yapıyla işlerimin diyalog kurduğu bir sergi gerçekleştirmek, uzun zamandır hayalini kurduğum bir deneyim. Mekanın kendi hafızasıyla işlerimin katmanlı yapısının buluşması, hem sanatsal anlamda beni zorlayacak hem de yaratıcı sınırlarımı genişletecek bir süreç olurdu. Geçmişten bu yana sahne tasarımıyla da ilgilenmek istemem, bu tür mekânlara olan ilgimin doğal bir uzantısı aslında. Tabii ki spesifik bir ülkenin taşıdığı kültürel doku, estetik anlayış ve yerel üretim biçimlerinin işlerimle kuracağı olası diyaloglar da beni son derece heyecanlandırıyor. Ancak bunun nerede, ne zaman ve nasıl gerçekleşeceğini, sürecin bana sürprizlerle ve beklenmedik yollarla getirmesini diliyorum. Bu bilinmezlik hali, üretimime yön veren yaratıcı sezgilerin de bir parçası.

DSCF0152.JPG

Atölyende bir günün nasıl geçiyor? Bize rutinlerinden bahseder misin?

Atölye pratiğim klasik bir rutine bağlı değil; çünkü yaşamım, sürekli hareket halinde geçen bir akıştan besleniyor. Sık sık seyahat ediyorum ve bu mobil yaşam biçimi benim için yalnızca bir zorunluluk değil, aynı zamanda bilinçli bir tercih. Atölyem İstanbul’da olsa da, gittiğim her yerin kendi enerjisiyle geçici bir atölyeye dönüşmesine izin veriyorum. Mekanın beni sınırlamasından hoşlanmıyorum; bu yüzden üretim sürecim sabit zaman dilimlerine değil, içsel ritmime göre şekilleniyor.

Bazı günler zihnimde uçuşan fikirler, eskizler ve planlarla yoğun bir yaratım sürecine giriyorum; bazı günler ise yalnızca gezip gözlem yapıyor, deneyimlerimi ve hislerimi belleğime kaydediyorum. Tüm bu birikimler, zamanı geldiğinde kendiliğinden dışa vuruluyor.
Ancak bir projenin üretim aşamasına geçtiğimde süreç oldukça disiplinli bir hal alıyor. Kendimi fiziksel olarak atölyeye kapatıyor, sabah akşam özellikle geceleri, yoğun bir çalışma temposuna giriyorum. Bu dönemi bir tür yaratıcı doğum süreci olarak görüyorum; dış dünyadan topladığım her şeyin içsel bir düzlemde yeniden biçimlenip eser olarak ortaya çıktığı, yoğun ve dönüştürücü bir evre.

IMG_8109.JPG

Eserlerinde dijital manipülasyon, video art, yağlı boya ve heykeli bir arada kullanıyorsun. Bu disiplinleri bir araya getirirken nasıl bir süreç izliyorsun?

Benim için süreçler, kullanılan disiplinlerden her zaman önce gelir. Sanatsal üretimimde çıkış noktam daima bir fikir, bir his ya da bir sezgidir; ve bu düşüncenin hangi formda var olmak istediği, sürecin yönünü belirler. Dijital manipülasyon, video, yağlı boya ya da heykel… Bunlar benim için sadece araçlar; asıl önemli olan, anlatmak istediğim dünyanın hangi malzeme ya da teknikle en güçlü şekilde varlık göstereceğini sezgisel olarak duyumsayabilmek.

Disiplinler arasında net sınırlar koymaktan ziyade, onları birbiriyle konuşan, iç içe geçen dinamik yapılar olarak ele alıyorum. Bu çok katmanlı yaklaşım, hem kavramsal hem de biçimsel düzeyde işlerimin derinliğini artırıyor. Örneğin bir video çalışması, bir heykel formuyla diyalog kurabilir; ya da bir yağlı boya yüzeyin arka planında dijital bir manipülasyonun izi bulunabilir. Bu geçişkenlik, sadece teknik bir tercihten ibaret değil; aynı zamanda düşünme biçimimin, dünyaya bakışımın ve içsel ritmimin de bir yansıması. Sonuç olarak, malzeme ya da disiplin değil, fikrin doğası ve onun talep ettiği anlatım biçimi üretim sürecimin asıl belirleyicisidir.

IMG_3706.JPG

Bir sergi açılışında tanımadığın biri işin hakkında konuşurken duyduğun en ilginç yorum neydi?

Bir sergi açılışında en sık karşılaştığım ve belki de en ilginç tepkiler, genellikle izleyicilerin yaşımı öğrendiklerinde verdikleri tepkiler oluyor.

Bir gün kendi hayatını anlatan bir eser üretmen gerekseydi, hangi teknikleri ve temaları kullanırdın?

Disiplinlerarası bir anlatım biçimiyle gerçekleşirdi. Çünkü yaşamımın kendisi de tek bir anlatı formuna sığmayacak kadar çok katmanlı, geçişken ve devinim içinde. Video art, yerleştirme, heykel ve tekstil gibi farklı malzemeleri bir arada kullanarak belleği, bedeni ve mekanı iç içe geçiren bir yapı kurmak isterdim.

Tematik olarak ise, geçicilik, aidiyetsizlik, içsel dönüşüm ve hafızayla kurduğumuz bireysel ilişkiler ön planda olurdu. Sürekli hareket halinde geçen bir yaşamın, sabitlenemeyen kimliklerin ve yerle temas kurma biçimlerinin izini sürerdim. Belki mekâna özgü bir kurguyla, izleyiciyi de bu deneyimin bir parçası haline getirerek, zamanla katmanlanan bir hikâyeyi birlikte var ederdik. Kendi hayatımı anlatmak, aslında onu yeniden kurmak anlamına gelir benim için bu yüzden anlatımın da tek bir düzlemde değil, sezgisel, deneyimsel ve çok boyutlu olması gerekirdi.

IMG_8107.JPG

Hangi sanatçıyla akşam yemeği yemek isterdin?

Frida ile olurdu! Yemeğin ardından ise Meksika gecelerinde bol mezkal ve dans eşliğinde bir gece yaşamak isterdim kendisiyle.

İlham gelmediği anlarda nelere başvuruyorsun?

Ben ilhamın çok gelip giden bir şey olduğunu düşünmüyorum.

Eğer bir sanat akımıyla flört etmen gerekseydi, hangisini seçerdin?

Hepsiyle!

Kendi sergini gezip eleştirseydin, en çok hangi işi hakkında “Bu benim en cesur adımım” derdin?

Her yeni işimde daha bir cesur olduğumu düşünüyorum.

IMG_6848.JPG

Hangilerini seçersin;

Sabah mı, akşam mı?

Akşam.

Çay mı, kahve mi?  

Kahve & matcha.

Müzik dinlemek mi, şarkı söylemek mi?

Her ikiside bu hayatta en zevk aldığım şeylerin başta geliyor.

yigitcangenc1
Yiğitcan Genç
Yazar
Yiğitcan Genç, dergicilik hayatına bone Magazine & Curated Magazine dergilerinde başladı. Bant Mag., Dadanizm, L'Officiel Hommes Türkiye, Based Istanbul ve GQ Türkiye gibi yayınlarda editörlük yaptı. Dijital dünyada güçlü editoryal içerikler yaratmanın önemine inanarak üretimine devam ediyor.
Devamını okumak için tıklayın
Haftalık