Elif Soykan’la Ruhun, Mizahın Eteklerinde Cesur Bir Yolculuk

Elif’le yeni kitabı “Ben Ne Zaman İnsan Olacağım”ı en iyi kimin konuşabileceğini düşündük ve cevabı uzun uzun aramadık: En yakın arkadaşlarından Tuba Ünsal’dan daha iyi bir isim olamazdı.
elif-soykan.png
Elif Soykan

Elif Soykan, “Ben Ne Zaman İnsan Olacağım”da hayata hem kahkaha hem de felsefeyle bakan bir anlatı kuruyor. Ruhunun yıllar boyunca türlü bedene girip bir türlü “insan” olamamasını anlatırken, bizi de varoluşun en temel sorusuyla yüzleştiriyor: İnsan olmak ne demek? Her seferinde başka bir varlık olarak dünyaya gelen küçük bir ruhun “insanlık mertebesine” ulaşma çabasını absürt ama içten bir dille anlatıyor. Üstelik kitabın gelirinin tamamını, gönüllüsü olduğu Çağdaş Yaşamı Destekleme Vakfı’na bağışlayarak, yalnızca hikayesiyle değil kalbiyle de ilham veriyor.

tuba-unsal-elif-soykan.png
Elif Soykan & Tuba Ünsal

“Bu kitap bir gelişim kitabı değil ama gelişiyorsun” cümlesini kurdum Elif kitabı bana okuttuğunda. İlk okuyanlardan biri olmak zor bir mertebe. Hepsinden önce Elif ve Tuba nasıl tanıştı ona bakalım. Los Angeles’ta bir sabah, bir otelin lobisinde... Bundan 18 sene önce, Tuba’nın oyunculuk hayalleri “Melekler Şehri”ni zorluyorken…

Elimde bir senaryo var ve okuyup anlayıp birkaç saat içinde seçmelere girmem lazım. Şehirde akıllı güzel bir Türk kızıyla buluşturuluyorum. Karşımda duran Elif, tüm bu süreçte destek oluyor ve sonrası sadece bu süreçte değil birçok zaman birbirimizin elini hiç bırakmıyoruz. Ama şimdi konumuz bu iki kız değil, insan olma fikrini başka bir platforma taşıyan bu kitabı konuşmalıyız. Belki bir noktada Los Angeles’ta yaşarken sürekli çarptığımız Elif’in arabasından ve blueberry vodka kola gecelerinden bahsederiz, kim bilir…

“Beden-ruh ilişkisi, modern kaos, aidiyet, yalnızlık… ama bunları bir Sezen Aksu şarkısı değil, bir Cem Yılmaz – Carl Jung buluşması gibi ele alıyor.”

“Bir ‘varoluş komedisi’ gibi düşünebilirsin. Felsefe var ama kendini kasmıyor.”

Benimle tanıştığın ilk an ne düşünmüştün? Kız arkadaşlığın fıtratında kavga etmek vardır sence biz neden hiç kavga etmedik? Ya da ettik mi?

Hiç düşünmemiştim bunu. Belki de bu yüzden tartışmamış olabiliriz. O kadar güzel bir enerjiyle başladı ki ilişkimiz öyle de devam etti. Seninle tanıştığım ilk gün ne düşündüysem hâlâ aynı şeyleri düşünüyorum senin için.

Tam bir enerji bombası, iyilik perisi, güzeller güzeli arkadaşım benim. Los Angeles maceramızdan yıllar sonra İstanbul’a döndüğümde, sudan çıkmış balık gibi dolaşırken elimden tutup evimi buldun ve hayatımın en güzel yıllarını yaşamama vesile oldun. Bunu belki hiç konuşmadık ama sen benim hayatımın en önemli kilometre taşlarından birisin. Ve iyi ki öylesin…

O yüzden de ilişkimizde tartışmaya yer olmaması, bence ikimizin de birbirimizin niyetini bilmesi ve fasa füsolarla zaman kaybetmeyecek kadar güçlü bir bağımızın olmasından...

Bu kitabı yazarken geçmişine ait ilk hangi cümleyi bağışladın? Bizi oradan başlat. Bazen dönüşüm bir karar değildir, bir çöküştür. İlk hangi kelimede, hangi hatırada pes ettiğini değil; affetmeyi seçtiğini hatırlamakla başlar her yolculuk. Seninki nerede başladı?

Kitabı yazarken hem deneyimlerimden ilham alarak hem de zamanın sadece anlardan oluştuğu bilgisine sahip çıkarak bu anları ifade etmeye özen gösterdim.

Yolculuğu da çoook eskilerden başlatıp hedefi de çoook öteye koyup insan olmaya taşıdım. Geçmişi, bedenin değil ruhun geçmişi olarak görünce daha çok pes etmeler, daha çok affedişlerin hissini duyuyorsun. Hepsiyle tek tek uğraşmak yerine tek bir amaçta topladım hedefi: insan olmak… Yazarken de gördüm ki bu sonsuz bir varoluş sorgusu. Kafamızdaki insanlık algısıyla insan olma hali çok farklı. Dolayısıyla bu yolculuk benden önce vardı, benimle devam ediyor ve benden sonra da devam edecek…

Bir sabah uyansan ve tamamen “insan” olmuş olsan… ilk yapacağın şey ne olurdu? Bu bir dilek değil, bir test. Çünkü insan olmak sana verilmiş bir ayrıcalık değil. Bir seçim, bir farkındalık, bir vazgeçiş. Ne yaparsın ilk olarak, ilahi bir bilinçle uyanınca?

O seviyede nasıl bir derinlik olduğunu bilemem tabii henüz hiç insan olmadım ama o durumda bir özgürlük, bir seçim hakkım olacaksa, geridekileri yanıma almak için yeni bir yolculuğa çıkmaya hazır olurdum.

Beden, özünü görmeni engelleyen parlak bir mücevherdir; ne kadar çok parlatırsan ışığı seni o kadar kör eder.

Ruh, bu dünyaya bedeni niye seçer sence? Ve sonra ona ne fısıldar? Kitabında ruhla beden arasında dramatik, komik, zaman zaman düşmanca bir diyalog var. Beden seni kandırıyor mu, taşıyor mu yoksa cezalandırıyor mu?

Ruh bu dünyaya gelirken, deneyimlemek, unuttuğunu hatırlamak ve aşkın binbir halini görmek ister. Beden de bunun için seçilmiş bir kılık… Ruh bunun için bize fısıldamaktan hiç vazgeçmez. Vazgeçmez de biz onu ne kadar duyuyoruz, duymaya meyil ediyoruz o önemli… Tam da bu yüzden kitabın ana temasını anlatan bu cümleyi yazdım: “Beden, özünü görmeni engelleyen parlak bir mücevherdir; ne kadar çok parlatırsan ışığı seni o kadar kör eder.”

Kadın olarak doğmak seni insan yapıyor mu, yoksa insan olmak için kadınlıktan da mı sıyrılmak gerekiyor? Toplumsal cinsiyetle kutsanmış ya da lanetlenmiş her birey bu sorunun etrafında döner. Senin ruhun, kadınlıkla nasıl baş etti bu kitapta?

Benim ruhum yazım aşamasında, kitabın baş kahramanı olan ve insan olmak için yanıp tutuşan Öz 1789’la uğraş içindeydi. Bir kadın sesinden ziyade, insan olmakla kafayı bozmuş ve elmada vücut bulmuş bir ruhun sesine kulak verdim. Onun bu merakını gidermek için yazdım, hiçbir etiketi üzerimde taşımayarak- elmanın üstündeki hariç.

Bazı yerlerde yüksek sesle güldük, sonra fark ettik ki aslında ağlıyorduk. Mizahı bir kalkan olarak mı kullandın yoksa bir kırbaç mıydı bu kitap boyunca?

Mizahı okuyucuya yavaş yavaş sokulmak için kullandım. Mizah, okurla aramdaki mesafeyi ortadan kaldırıyor. Gülümserken bir şeyin içine sızmak çok daha etkili oluyor. O yüzden bu, benim hem yazma refleksim hem de bilinçli bir tercihimdi.

Kitapta insan olmak, bir “varış noktası” gibi değil. Daha çok geciken bir teslimiyet, sonsuz bir erteleme gibi. Bu senin hayata dair bir görüşün mü, yoksa edebi bir oyun mu? Sonsuzluğa mı inanıyorsun, yoksa sadece ‘yolda olmak’ haline mi tutunuyorsun?

Tamamen hayat görüşüm. İnsan olmanın, evrilmenin bir varış değil, bitmeyen bir yolculuk olduğuna inanıyorum. Teslimiyet de hep ertelenen bir şey sanki; çünkü insan olmak, her seferinde biraz daha hatırlamak ve biraz daha unutmak. Kitap da bu görüşümün samimi bir hikayeleştirmesi diyelim.

Bedeninle en barışık, ruhunun en asi olduğu anı hatırlıyor musun? Cinsellikten kaçmadan, spiritüellikten şaşmadan: Kendinle en çok ne zaman buluştun?

Ne çabuk unuttun Tubi, Cihangir günlerimizi… O günler tüm kutucukları doldurmasa da bence tatmin edici bir kısmını tik’liyor. Şaka bir yana kitabı yazma yolculuğumda ben de kendimi daha sık dinledim ve dinlendiğimi hissettim. 

Biz, unutalım diye dünyaya geldik, hatırlayalım diye yaşıyoruz.

Bu kitabı yazarken en çok neyi kaybettin, neyi kurtardın? İnsan kendini kurtarırken, bazen en sevdiği parçasını kaybeder. O parça hangisiydi?

Kitapla birlikte önce kendimi kaybettim; sonra o kayıp odasında başka bir beni bulup kurtardım. Bu keşif bana o kadar iyi geldi ki kendimi uzun zamandan beri hiç olmadığı kadar hafif hissediyorum.

Sana göre insan olmak, hatıralarına sahip çıkmak mı yoksa onları unutmaya cesaret etmek mi?

Peki ya sen? Hatırlayarak mı iyileştin, yoksa unutarak mı büyüdün? Ne güzel sordun. Bunu tasavvufla yanıtlamak içimden geldi. Biz, unutalım diye dünyaya geldik, hatırlayalım diye yaşıyoruz.

Bu röportajı şu anda okuyan herkesin içindeki sesi duyabiliyor olsaydın… onlara ne söylemek isterdin? Şu an bu satırları okuyan biri var. Kalbi hafif çırpınıyor belki. Ona ne fısıldardın, Elif?

Dinle!

Haftalık