CosmoArt Talks: Begüm Güney

Bir eserin bizi etkileyen gücü nedir? Duygusu mu, belleğimizde bıraktığı iz mi, yoksa bugünden öteye uzanan etkisi mi? Kurumsal sanat danışmanı ve küratör Begüm Güney’le bu sorular üzerine sohbet ettik.
Sanatla kurduğun yolculuk nasıl başladı? Seni bu alana çeken neydi, bugün hâlâ ilgini en çok ne canlı tutuyor?
Sanatla yolculuğum, erken yaşlarda görsel kültürle kurduğum derin temas üzerinden şekillendi. İmgelerin, mekânların ve estetik deneyimlerin, iç içe bir ifade alanı olarak karşılığı beni bu alana yönlendirdi. Çocuklukta duyduğum o sezgisel çekim, zamanla görsel iletişim ve tasarım lisansımla imge üzerinden kitlesel diyaloga taşıdığım ardından kültür ve sanat yönetimi alanında akademik araştırmalar ve profesyonel pratiklerle birleşerek küratöryel bir yolculuğa evrildi.
Bugün hâlâ ilgimi en çok canlı tutan şey, sanatın sınırsız ve sonsuz ihtimalleri yani potansiyeli yalnızca estetik bir nesne ya da görsel deneyimden bahsetmiyorum. Kastım dünyayı yeniden düşünmek.. Sanatın bireysel bir deneyimden toplumsal ve kültürel katmanlara açılma kapasitesi, teknolojik gelişmelerle birlikte sürekli yenilenen bir araştırma ve deneyim alanı olma hali. İçimde bir kesişim noktası, yani bireysel merakla, profesyonel kimliğimle taşıdığım kültürel ve toplumsal sorumluluğun bir araya gelmesi, ilgimi sürekli diri tutuyor.
Bir eser seni etkilediğinde… Onu değerli kılan ne olur? Duygusu mu, bıraktığı iz mi, yoksa geleceğe taşıdığı potansiyel mi?
Bir eserle karşılaştığımda beni etkileyen ilk şey çoğu zaman onun duygusudur; çünkü sanatın izleyiciyle kurduğu en doğrudan bağ, duyusal ve duygusal yoğunluk üzerinden gerçekleşir. Ancak bu etki yalnızca anlık bir hayranlıkta kalırsa geçici olabilir. asıl değeri, bellekte bıraktığı iz olsa da özel ve kurumsal koleksiyon yöneticisi olarak geleceğe taşıdığı potansiyelini göz ardı edemem. Bu potansiyel Toplumsal bir diyalog yaratabilmesi üzerine olabileceği gibi estetik biçimlere ya da kavramsal yönelimlere kapı aralayabilmesidir de. Böylelikle sanat eseri bugünün değil yarının da parçası hâline gelir. Bir ölümsüzlük kazanır. Bir de Adorno’nun da belirttiği gibi, “Sanatın değeri, gündeliğin sürekliliğini kırarak düşünmeye zorlamasındadır.” en kritik olana işaret eder: insana sonsuzluk duygusunu hatırlatması.
Gündelik olan, tekrara dayalı ve çoğu zaman fark edilmeyen bir sürekliliği ifade ederken; buna karşılık sanat, bu sürekliliği kıran bir yoğunluk ânı yaratır. İşte tam da bu kırılma noktasında eser, gündelik olanın ötesine geçerek zamansız ve evrensel bir boyut kazanır. Sanat eserinin değeri de burada saklıdır. Hem ana dokunur hem de o ânı aşarak geleceğe ve sonsuz olana açılır. Sanat eserinin paha biçilemez değeri zamansız bir düşünme alanı yaratabilmesi, insanın dünyayı görme biçimini dönüştürebilmesidir.
Sanat yatırımının kalbinde sadece rakamlar değil, tutkular da var. Senin sanatla ilişkin daha çok içgüdüsel mi, yoksa stratejik bir yerden mi şekilleniyor?
Sanatla ilişkim hem içgüdüsel hem de stratejik. İçgüdü, sezgi ve duygusal bağ olmadan sanata yaklaşmak mümkün değil; temasın ilk anı böyle temelleniyor. Bir eseri gördüğünüzde sizi yakalayan şey çoğu zaman onunla kurduğunuz duygusal rezonans oluyor. Bu bağ olmadan bir koleksiyon inşa etmek ya da bir sergi kurgulamak imkânsız. Sanat tutkudan besleniyor; hayranlık, merak ve sezgi olmadan yaratıcı enerjisine ulaşmak mümkün değil. Ancak profesyonel kimliğimle, bu ilişkinin sezgisel yönelmelerle hareket etmesi yeterli değil. Bir küratör ve sanat danışmanı olarak koleksiyon yönetirken, kurumlarla iş birlikleri geliştirirken veya uzun vadeli projeler planlarken rasyonel parametreler devreye girmek zorunda. Bir eserin koleksiyondaki sürekliliğe katkısı, değer potansiyeli, temsil ettiği kültürel bağlam ve kurumların vizyonuyla kurduğu ilişki gibi unsurlar stratejik kararlar gerektiriyor. Süreç tutkuyla başlıyor ama akıl ve planlama ile tamamlanıyor. Sanat tutkularla var olur; fakat sürdürülebilirliği, kültürel etki yaratabilmesi ve nesiller arası aktarımı için stratejik bir bakış şart. Benim için kalp ve akıl, sanatla ilişkimde iki ayrı uç değil, birbirini besleyen tamamlayıcı unsurlar.
Koleksiyonlar sadece biriktirmek değil, anlatmak da demek. Sence güçlü bir koleksiyon nasıl bir hikâye anlatmalı?
İyi bir koleksiyon birikmiş yapıtların değil; bir bakışın, bir sezginin ve zamanla kurulan kişisel bir diyaloğun kaydıdır. güçlü bir koleksiyon, parçaların tek tek ederinden çok, aralarında kurulan görünmez bağlarla değer kazanıyor. koleksiyon “ne toplandığı” değil, “neden seçildiği” ve “nasıl bir bakışla bir araya getirildiği.” Koleksiyonerinin, hangi estetik, tarihsel ya da toplumsal sorulara yanıt aradığını açığa çıkaran bir anlatı sunmalı.
Susan Sontag’ın söylediği gibi: “Koleksiyon, sahibinin gizli otobiyografisidir.” Bu yüzden bazen bir koleksiyon bir dönemin ruhunu yansıtan tarihsel bir tanıklık olur; bazen kişisel deneyimlerin izini süren daha öznel bir hikâye; bazen de farklı kültürler ve disiplinler arasında köprü kuran deneysel bir düşünce alanı. Koleksiyonun gücü, tek tek işlerden çok, bu bütünüyle izleyicide bir dünya görüşü, bir hafıza ya da bir düşünsel yolculuk hissi uyandırmasında yatıyor.
Bir esere kapılmak başka, onun potansiyelini hesaplamak başka. Kalbinle “bu” dediğin ama sonra mantığınla tarttığın o alanı nasıl yönetiyorsun?
Bu aslında mesleki pratiğin en hassas dengelerinden biri. Kalbimle seçtiğim bir eserin beni neden etkilediğini anlamaya çalışmak, karar sürecinin ilk adımı. Bu noktada sezgi önemli bir gösterge. Ancak ardından sanatçının üretim sürekliliği, pratiğinin derinliği, bağlamsal tutarlılığı ve görünürlüğü gibi daha analitik veriler devreye girer. Nihayetinde içgüdüyle başlayan bir etki, zamanla bilgiyle çerçevelenir.
Son yıllarda sanat dünyasında seni en çok etkileyen yaklaşım ne oldu? Seni içine çeken o şey neydi?
Sanatın daha kapsayıcı, daha çok katmanlı ve disiplinler ötesi bir yapıya bürünmesi beni etkiliyor. Özellikle yeni medya sanatı ile toplumsal bellek, göç, çevresel kriz gibi konular arasındaki ilişki biçimleri üzerine yapılan işler dikkatimi çekiyor. Tek bir mecraya ya da biçime sıkışmayan, hem görsel hem düşünsel olarak dönüşüm yaratmayı hedefleyen pratikler, sanatın neye dönüşebileceği sorusunu taze tutuyor. Bu çeşitlilik, ilgimi hep diri tutan bir zemin sağlıyor.
Sanat aracılığıyla bir kadın figürü tasvir etseydin… Bu nasıl bir kadın olurdu?
Bugünün kadını yalnızca bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir özne. Kendi sesini duyururken çağının ruhunu da dönüştüren; üretimde, düşüncede ve varoluşta etkisini hissettiren bir figür. Bu nedenle sanat aracılığıyla kuracağım kadın imgesi, bireysel kimliğin ötesinde, çok katmanlı bir varoluşun ifadesi olurdu. Akılcı ama sezgisel, serbest ama özenli, tutkulu ve kendinden emin.
Simgesel değil, yaşayan bir figür; kendini tanıyan, ama aynı zamanda dönüşüme açık.