Alevler İçindeki Kızla Büyümek

Katniss Everdeen ve sonrası.
aclik-oyunlari.png

2010’ların distopik kurguları, düşünmeye ve sorgulamaya başlama kılavuzlarıydı.

Sisteme karşı olmak, Z jenerasyonu ve Milenyumluların tam ortasında kalmışların hobisidir diyebiliriz. “Genç yetişkinlik dönemim bu kadar fazla tarihi olaya denk gelmek zorunda mıydı?” meme’ini viral­leştiren bir jenerasyondan bahsediyoruz. Dolayısıyla, bu konuyla ilgili “özel” bir farkındalık edinmem pek gerekmedi.

2010’lardaki temel kültürel kodlarımızdan biri “sistemi yıkmak isteyen genç kızlar”dı. Mesela ‘Açlık Oyunları’nda, her yıl 12 mıntıkadan kurayla seçilen çocuklar, (çocuklarını “asla” kuraya sokmayan) Capitol iktidarının kontrolünde bir oyuna katılıp birbirlerini öldürmeye zorlanıyordu. Özetle, hikaye kısa sürede cesur ve isyancı Katniss’in hayatta kalıp kalamayacağından çıkıp sistemin nasıl çökertileceğine dönüşüyordu.

Theo James’in dudaklarını dünyayla tanıştıran ‘Uyumsuz’da insanlar kişilik özelliklerine göre fraksiyonlara ayrılıyordu: Fedakarlık, Dürüstlük, Cesurluk ve Bilgelik. 18 yaşında ailesi Fedakarlık’ken kendisi Cesurluk topluluğunu seçen ve kutsal aile kurumu tarafından gizlice “hain” etiketi yiyen Tris, zamanla bu gruplardan hiçbiriyle tam anlamıyla örtüşemediği için bir “Uyumsuz” olarak sistemin onu tehdit olarak gördüğünü fark ediyordu.

“Genç kız” kategorisine tam sığmasa da, yine aynı dönemlerde popülerleşen ‘Labirent: Ölümcül Kaçış’ta bir grup çocuk, hafızaları silinmiş halde dev bir labirentin ortasında uyanıyor, dışarıdan izlendi­klerini ve bir deneyin parçası olduklarını anlıyorlardı. 

Hâlâ sistem yıkıcı, kendine mutlak bir son seçmeyen kahramanımı arıyorum.

Bunların hepsi, büyük hayran gruplarına sahip kurgusal dünyalardı. Komiktir, milyar dolarlık satışların öncüsü oldular. O kadar ki, Kardashian-Jenner klanından Kylie ve Kendall, bir hayalet yazarla anlaşıp kendi distopik kitaplarını çıkarttı.

Kurgu Teoriden Önce Gelir

Hafızama dönüp baktığımda, “hardcore hayranlık” demeyi uygun gördüğüm bir müesseseye beni eriştirmiş bazı popülerleşmiş kurguların, bir distopya olmaktan da öteye geçtiklerini fark ediyorum. Sanki hepsi, “Bir şeyler yanlış ama ne?” sorusuyla içimde söndürmeye kıyamadığım bir ateşi fitillemişlerdi.

“Sisteme karşı çıkmak” kavramıyla o yaşta bir bağ kurmak için açık kimlikli bir Marksist olmama gerek yoktu. Zaten mesele yatağımdan devrim çağrısı yapmak da değildi. (Evet, Oasis göndermesi yaptım.) “Şu anki gidişat normal değil” hissi, bu anlatıları tanırken içimden geçendi. ‘Açlık Oyunları’nın birinci filminin finalinde, Katniss ve Peeta’nın siyanürlü meyveleri yemeye kalkmaları da bunun zirvesiydi: oyun tek kazanan istiyordu ama onlar “Ya ikimiz, ya kazanan yok” diyerek güç sahiplerini zor durumda bırakmışlardı.

‘Divergent’ta Tris’in “hiçbir kategoriye tam olarak ait olmama” hali sadece sistem için değil, kendisi için de tehdit gibiydi. Sistem onun çok sesliliğine tahammül edemiyordu ama Tris’in asıl çatışması içindeydi: Kendini tanımlamaya çalıştıkça verilen tüm seçeneklerin eksik olduğunu fark ediyordu. Hayatın bir kimlik testi gibi sunulması ama hiçbir şıkkın “doğru” gelmemesi—işte şey, üniversite sınavları ve mezuniyet sonrası ezbere verilen hayat tarzları canımı tabii ki sıkıyordu.

‘Labirent: Ölümcül Kaçış’taki çocuklar dışarıdan izlendiklerini fark ettiklerinde kaçmayı değil, önce birbirlerini suçlamayı tercih ettiler. Sistem, sadece bizi kontrol etmekle kalmıyor, birbirimize olan güvenimizi de kırarak bizi katmanlı bir hapishanenin içine tıkıyordu. Bunların hepsi birer sezgi gibi yerleşti zihnime. Kurgu, teoriye gerek kalmadan düşünmeye başlamanın bir yoluydu.

Tris’in yalnızlığı, Katniss’in susturulma biçimleri derken… Hepsi kendi içimde bir karşılık buldu. O karşılıklar, ileride okuyacağım her teorik metnin alt yapısını oluşturdu.

Seçilmişler Kulübüne Giremedim

Tabii şimdi dönüp bakınca bazı şeylerin eksikliği de gözüme batıyor. Mesela bu hikayelerin çoğu, sistemin içindeki boşluğu gösteriyor ama o boşluğun içine kimlerin düşmeye mecbur kaldığını pek anlatmıyor. Genelde bir “seçilmiş kişi” etrafında dönen, çoğu heteroseksüel, beyaz karakterle ilerliyordu bu anlatılar; kaderleri de sonlara doğru mutlaka bir romantik çözüme veya huzurlu bir kırsal hayata bağlanıyordu.

Ben o karakterlerde kendimi bulmaya çalışırken, bazen görünmez kalmanın yeteceğini sanmıştım. “Yoo, ben de varım” demek için 10 yıl geçmesi gerekti. Yine de o hikayelerin bana verdikleri, içimde hâlâ yanıyor.

Hâlâ sistem yıkıcı, kendine mutlak bir son seçmeyen kahramanımı arıyorum. Audre Lorde gibi “Eğer tek bir kadın bile özgür değilse ben de özgür değilim, onun zincirleri benimkilerden çok farklı olduğunda bile” diyeni. Belki onu ben yazacağım. Belki de yazan birilerini okuyarak büyümeye devam edeceğim.

Her neyse ne, bir Zilennial bilir ki bugün TikTok’ta Katniss’in “Eğer biz yanarsak, siz de bizimle yanarsınız” repliğinin yeniden dolaşıma girmesi şans eseri değil. Çünkü kurgu da, yine Lorde’un dediği gibi, şiir gibi insanın içine işler: “Şiir, varlığımızın hayati bir zorunluluğudur. Hayatta kalma ve değişme yönelik umutlarımızı ve hayallerimizi önce dile, sonra fikre, sonra daha elle tutulur eyleme dönüştürdüğümüz ışığın niteliğini oluşturur.”

alara-demirel.jpg
Alara Demirel
Yazar ( Pop Kültür)
Kronik çevrimiçilik sendromundan beslenen Alara'nın editoryal yolculuğu, 2007'de hayran kurgu yazarak başladı. Karşılaştırmalı Edebiyat okudu, 2016'dan beri medya ve yayıncılık sektörlerinde aktif olarak yazıyor, proje yönetiyor ve metin edit'liyor. Popüler kültür, kuir feminizm, sapfik ilişkilenmeler, hayranlık müessesesi veya Çocuk ve Genç Yetişkin Edebiyatı'ndan bahsedildiği gibi kulakları dikleşir.
Devamını okumak için tıklayın
Haftalık