#GirlBoss İllüzyonu: Başarı mı, Sömürü mü?

İş hayatında kadınların adının geçmediği günler olmuştur ancak kadınların büyük bir çoğunluğu her zaman çalışmıştır. Çünkü bakım verme, çocuk büyütme ve ev işleri emektir. Geçen yüzyılın ikinci yarısında, özellikle orta sınıf kadınlar iş hayatına girmeye başladı. 1960’lar, feminist hareketin ikinci dalgasıyla çalkalanıyordu. Kadınlar çalışma hayatında eşit haklar talep ediyor, kamusal alanda var olmak için mücadele veriyordu.
32 yıl boyunca Cosmopolitan’ın genel yayın yönetmenliğini yapan Helen Gurley Brown’ın 1982’de çıkan kitabı ‘Having It All: Love, Success, Sex, Money’, kadınları “her şeye sahip olma” konseptiyle tanıştırdı. Brown kitabının adına kendisinin karar vermediğini açıklasa da, her şeye sahip olma hayali zamanla süper kadın mitine dönüştü. Artık “ideal” kadın, hem mükemmel birey hem harika bir anne hem de müthiş bir kariyer kadını olmalıydı.
Seçim mi, Tuzak mı?
1980’lerde neoliberal politikaların sahneye çıkışı, başarıyı bireyselleştirdi. Rekabetçi iş ortamında öne çıkabilen kadınlar alkışlandı, diğerleri ise yeterince çabalamamakla itham edildi. 90’lara geldiğimizde kendi seçimlerini yapma anlatısı iyiden iyiye devredeydi. Bir kadının kendi seçimlerini yapıyor olabilmesi bile kimileri tarafından başlı başına feminist olarak kabul edildi. Ancak sistemin kendilerine sunduğu seçenekler arasından yaptıkları seçimler nedeniyle her şeyde harika olmadıkları için başarısız hisseden birçok kadın oldu. Çünkü amaç, sisteme başkaldırmak değil, onun içinde oyunu kurallarına göre oynayarak en iyi şekilde ilerlemekti.
2000’lerde, tüketim kültürüyle iç içe geçmiş “başarı” anlayışı "girlboss" akımına zemin hazırlıyordu. "Kendi işinin patronu ol!" sloganı, kadınların özgürleşmesi için girişimciliğin anahtar olduğu fikrini pazarladı. Ancak bu, herkesin ulaşabileceği bir hedef miydi, yoksa yalnızca birkaç kişinin deneyimleyebildiği bir ayrıcalık mıydı?
#GirlBoos'un Yükselişi ve Düşüşü
"Girlboss" terimiyle tanışmamız 2014 yılında Nasty Gal adlı moda markasının kurucusu Sophia Amoruso’nun otobiyografik kitabı #GIRLBOSS’un çıkmasıyla oldu. Sözde "güçlendirici" söylemi hızlıca bir pazarlama stratejisine dönüştü. Kapitalizm, hareketin enerjisini alıp kendi çarklarına dahil etmenin bir yolunu buldu. Alkışlarla karşılanan "girlboss" akımı, enerji içeceği ve tükenmişlik arasında mekik dokuyan, çok çalışmayı kişilik özelliği olarak atfeden "hustle" kültürüyle el ele verdi. Bir kadının patron olması, onun altında çalışan insanlar için ne ifade ediyorsa etsin, neredeyse evrensel olarak kutlanıyordu. Ancak kısa sürede, bu anlatının bir peri masalından ibaret olduğu ortaya çıkacaktı. Amoruso’nun çalışanlarının kötü çalışma koşulları gündeme geldi ve şirket iflas bayrağını çekti.
2010’ların ikinci yarısında toksik çalışma ortamları ve ırkçılık iddiaları, iş dünyasında büyük yankı uyandırdı. Bu süreçte, medya ve moda dünyasının önde gelen girlboss’larından bazıları görevlerinden ayrılmak zorunda kaldı. Away’ın kurucu ortağı Steph Korey, Refinery29’un kurucusu Christene Barberich, Man Repeller’ın yaratıcısı Leandra Medine Cohen, kadınlara yönelik ortak çalışma alanı Wing’in CEO’su Audrey Gelman ve sürdürülebilir moda markası Reformation’ın CEO’su Yael Aflalo, şirketlerinde ortaya çıkan yönetim anlayışı ve işleyiş sorunları nedeniyle istifa etti. Girlboss olarak anılan bu kadınların çöküşü, iş hayatındaki eşitsizlikler ve liderlik anlayışı üzerine yeni tartışmaları beraberinde getirdi.
Hırslı Kadın Korkusu
Patron kadın olunca sömürünün otomatik olarak ortadan kalkmadığı ve kadınların da tıpkı erkekler gibi zirve zorbalarına dönüşebilecekleri bariz bir hale geldi. "Girlboss" çılgınlığı sona ererken bu akıma bel bağlayan kadınlar da eleştiri oklarının hedefi haline gelmeye başladı. Elbette iş dünyasındaki sömürü düzenini, toksik liderleri ve etik dışı sistemleri eleştirmeliyiz. Ancak sisteme değil de kişilere yönlendirilen girlboss tepkisi, kadınların hırslarının hâlâ pek çok kişiyi rahatsız ettiğini bize gösterdi. Bugün hâlâ açıkça ilerlemek istemek, adaletsiz ekonomik koşulları değiştirmeyi talep etmek “fazla iddialı” ya da “yaygaracı” olmakla eş tutuluyor.
Koşuşturmaya ve girlboss furyasına el sallıyorsak, yerine ne geliyor? Kadınların ev işlerine ve erkek egemenliğine sessizce teslim olduğu günlere mi dönüş yapıyoruz? Mutfakta geçirilen saatleri romantize eden içerikler ve "trad wife" akımının ortaya çıkışı tam da bunu işaret ediyor. Kadınlara durmayı ve nefes almaya zaman ayırmayı salık veren "girlmoss" gibi yaşam tarzı konseptleri kulağa ne kadar cazip gelse de, genellikle maddi güvencesi olanlara hitap ediyor. Çoğu kadının yavaşlamak gibi bir lüksü yok.
Eşitlikçi Alternatifler
Peki, enerjimizi sadece bireysel kurtuluş için değil, işyerlerimizi daha iyi hale getirmek için kullansak nasıl olurdu? Sessiz istifa yerine, çalışma koşullarımız hakkında konuşsak, kolektif işler kursak, emeğimizin karşılığını alsak?
Hatırlamakta fayda var: Kadınlar, kazanımlarını yalnızca bireysel olarak zirveye çıkmaya çalışarak değil, kolektif mücadeleyle elde etti. Kadınların iş dünyasında eşit haklara sahip olması için, yalnızca birkaç kişinin "başarı hikayeleri" yazması yetmez. Gerçek değişim, bireysel patronluk hayalleriyle değil, birlikte hareket etmekle mümkün. Yani, birilerine "Grrrrrrl, patron olmalısın!" demeden önce, şu soruyu sormakta fayda var: Birkaç kadının güç pozisyonlarına gelmesi, gerçekten hepimizin kurtuluşu mudur?